Son 16 yılda Türkiye siyasetten ekonomiye pek çok alanda çok önemli olaylara sahne oldu, kiminin sonuçları çok acıydı, kimininki belki de tarihin akışını değiştirdi. Ama tümü, dersler çıkarılması gereken öğretici deneyimlerdi. Şimdi yapılması gereken, amacı bu olmasa da bizi güçlendiren bu sürecin sonunda büyük sıçramayı gerçekleştirmek. Ama eksik olan hayati bir aşama daha var.

Yaşamdaki gündelik meşgaleler, ülkemizin rutin meseleleri ufkumuzu daraltabiliyor; her birimiz kendi ilgi alanlarımız doğrultusunda belirli konulara takılıp kalabiliyoruz. Hayatı dar bir çerçeveye indirgediğimiz anlar bir hayli fazla oluyor. Bugünlerde ülkemiz hakkında yaptığımız yorumların bazılarına egemen olan karamsar ton da bunu gösteriyor. Oysa bir adım geriye çekilip, resmin bütününe baksak, nereden nereye geldiğimizi düşünsek, potansiyelimizi ve birikimlerimizi fark etsek, karamsar değil, umutlu olmak için ne kadar çok nedenimiz olduğunu kolayca görebileceğiz.

Çevremizdeki anlık karmaşadan kendimizi soyutlayarak düşünsek fark edeceğiz ki, biz istesek de istemesek de toplumumuz, hak ettiği o büyük sıçramayı yapmak için neredeyse her şeye zaten sahip.

O sıçramayı yaptığımızda, tam anlamıyla bir ‘birinci lig’ ülkesi olacağız. Bu tabirle, yalnızca kişi başına düşen milli gelirimizi yükseltmeyi değil, iç meseleleriyle yüzleşmiş ve kalıcı çözümler üretmiş, uluslararası sorunların çözümüne katkı sunabilen, dünya siyasetini etkileyebilen bir ülke olmamızı kastediyorum.

Birinci ligdeki ülkelerin, ayırıcı özelliklerinin başında nüfuslarının kalabalıklığı ve etki alanlarının geniş olması geliyor. Bir diğer ortak özellikleriyse daha çarpıcı; daha önce ciddi sorunlar yaşamış ülkeler olmaları… Zaten onları birinci lig kategorisine taşıyan tam da budur: Büyük problemleri başarıyla çözümleyebilmiş olmaları. Yaşadıkları her sorun, adeta bir aşı işlevi görmüş; yüz yüze kaldıkları meseleler onları zayıflatmak yerine daha da güçlendirmiştir.

Bir sorunu hiç yaşamamış birinden o konuda herhangi bir çözüm beklenemez. Bu gerçek, sadece bireyler değil, ülkeler için de geçerli. Etnik çeşitlilikten yoksun bir ülkenin, köken farklılığından kaynaklanabilecek problemlerden haberdar olması beklenemez. Hakeza din ve mezhep çeşitliliğini bünyesinde barındırmayan bir ülkenin, bu konularda sağlıklı düzenlemeler yapması, farklılıklara rağmen barış içinde bir arada yaşama kültürüne sahip olması da mümkün değildir. İnsanlığın bu tür önemli sorunlarını çözme deneyimi bulunmayan ülkeler, maddi zenginlikleri fazla olsa dahi, birinci lige yükselemiyorlar.

Bir başka deyişle, ciddi sorunlarla boğuşma, bunları çözme suretiyle kazanılan deneyimi katma değere çevirmek, tecrübeler neticesinde gerekli dinamizmi kazanmak, birinci lig ülke olabilmenin temel şartları arasında yer alıyor. İşte, bizim toplumumuzu, büyük bir sıçramanın eşiğine getiren tam da bu: Son zamanlarda milletçe o kadar ciddi sorunları çözmek durumunda kaldık ki, kazandığımız deneyimler ve geçirdiğimiz zihinsel dönüşüm bizi büyük bir sıçramaya hazırladı.

Koşullar bu büyük sıçrama için hazır. Öyle bir şey ki bu, toprağın en bereketli, suyun en bol, güneşin ise bir ürünü kavuracak ya da donduracak kadar değil, o ürünü yeşertecek kıvamda ısıttığı, her şeyden önemlisi kaliteli bir tohumunun da bulunduğu bir tarım alanı düşünün. Böyle bir ortamda, ne olursa olsun, ne tür engeller çıkarsa çıksın, o tohum illa filizlenecektir. Bu süreci hızlandırmak, daha fazla ürün almaksa bizim elimizde. Türkiye’deki genel koşullar da şu anda tam da bu tasvir ettiğimiz duruma benziyor.

Bu fırsatı iyi değerlendirmek için, nereden nereye geldiğimizi iyi düşünmeliyiz. Bunu yapmazsak, içinde bulunduğumuz telaş ve karamsarlıktan çıkamayabiliriz.

Nereden nerelere geldik

Türkiye, kendi kültürel hinterlandındaki ülkelerden farklı bir ülkedir. Zira mensup olduğu medeniyetin edilgen bir öğesi değil; tam tersine, yaslandığı medeniyete artı değer katan, onu geçmişte olduğu gibi bugün de güncelleyen, dönüştüren, adeta yeniden üreten bir ülke. Bunun en somut örneği de ülkemizin İslam coğrafyasında, özenilen ve öykünülen bir ülke olması.

Bu toprağın insanları olarak nesiller boyu bizler, medeniyet üreten, nice devlet tesis eden, köklü bir geleneğe sahibiz. Tehditlere karşı aşılanmış, refleksleri gelişmiş bir milletiz.

Bu olgu, asırlara sari tarihinden edindiği tecrübeler ve birikimler neticesinde Türkiye’yi ister istemez güçlü ve ayrıcalıklı kılıyor. Tarihimizin en zayıf, en kritik anlarında bile toparlanmayı ve ayağa kalkmayı daima başarmış bir milletiz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin ilk döneminde, sistem değişikliğinin beraberinde getirdiği sancılara maruz kalan, çok partili hayata geçişin akabinde darbelerle demokrasi arayışı kesintiye uğrayan bu millet, adaletsizlik ve hukuksuzluk yaygınlaştığında, ekonomik krize maruz kaldığında da havlu atmadı. Tam tersine yeni bir döneme kapı aralama konusunda hiç tereddüt etmedi; Refah Partisi döneminden itibaren kazandıkları belediyelerde yerel düzeyde başarısını kanıtlamış isimleri de bünyesinde barındıran Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kuruluşunun üzerinden daha bir yıl bile geçmeden tek başına iktidara taşıdı.

AK Parti de milletin güvenini boşa çıkarmadı. 2002’den itibaren özellikle ilk 8 yılda, Avrupa Birliği sürecini bir manivela gibi kullandı, vesayet odaklarının tüm engelleme teşebbüslerine rağmen, milletin değişim talebi doğrultusunda, dış dünya tarafından da “sessiz devrim” diye nitelenen köklü reformlara imza attı.

11 Mayıs 2006’daki Danıştay saldırısı, 19 Ocak 2007’deki Hrant Dink suikastı gibi karanlık cinayetler, adı Cumhuriyet Mitingleri olan ama aslında orduyu göreve çağıran kitlesel mitingler, 27 Nisan 2007’deki e-muhtıra, eşinin başörtülü olması sebebiyle Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmeme uğruna eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu öncülüğünde 367 kabul oyunun dayatılması, 2008’de AK Parti’ye yönelik kapatma davası gibi yıpratma ve engelleme hamleleri, adeta birer pranga işlevi gördü. Söz konusu prangalar, doğal olarak hükümetin hızını yavaşlattı.

Bununla birlikte halkın büyük kısmının, özellikle sandıklara gidildiği anlarda, vesayet odaklarının heveslerine set çekmesi, tezgâh ve tuzaklarla zayıflatılmak istenen iktidarın yanında durmayı yeğlemesi yani aslında kendi tercihine sahip çıkması, bir anlamda kendisine oy vermesi, demokrasiyi nasıl da içselleştirdiğinin ve kıymetini nasıl da bildiğinin en büyük göstergelerinden biridir.

Vesayet odaklarının tüm engellemelerine karşı halkla omuz omuza mücadele veren iktidarın, AB sürecinden ivme alsa da aslında ülkesi ve milleti için yaptığı reformlar, kötü durumdaki ekonominin hızla iyileşme yoluna girmesine yol açtı. Hükümetin ekonomiyi düzeltmek için aldığı rasyonel kararlarla, halkın üstündeki ölü toprağını silkeleyerek umudu canlandırması, insanlarımızın hasletlerinden biri olan çalışkanlığı özendirmesi, ekonomiyi şahlandırdı, bölüşülecek pastayı büyüttü. Üstelik pastanın hakça bölüşümünün hiç olmadığı kadar iyi sağlanması, ihtiyaç sahiplerini de gözeten bu yeni düzende geleceğe yönelik umutları daha da arttırdı.

Daha önce 2001’de derin bir ekonomik krize maruz kalan halk, 2002’de iş başına getirdiği yeni iktidarın özenli ekonomi politikaları ve rasyonel kararlar alan yapısıyla, ülkedeki buhran havasına nasıl son verebildiğini ve ekonomiyi daha ileri taşıyabildiğini kendi gözleriyle görmekteydi.

Hem demokraside kat ettiği mesafe hem de ekonomideki hızlı ilerleme Türkiye’nin dünyadaki itibarının yükselişi, imrenilen bir ülke haline gelişi, Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımanın artık gurur vesilesi olmaya başlaması, milletin çok rahat bir şekilde fark ettiği olumlu gelişmelerdi.

Halkın memnuniyeti de sandıklara oy olarak yansıyordu. Vesayet odaklarının yanı sıra dışarıdan kıskançlık saikiyle hareket edenlerin vurmaya çalıştığı prangalara rağmen değişim arzusunun ifadesi olan AK Parti’nin, milletten gördüğü teveccüh sayesinde, yürüyüşünü sürdürme kararlılığı karşısında, müesses nizam daha sert bir tavır takındı. Ordunun da müzahirliğini gizlemediği kimi çevrelerin halkın tercihlerini, seçimle işbaşına gelen iktidarın meşruiyetini ısrarla sorgulaması, darbe heveslisi bir tavır takınması, siyasi atmosferin ağırlaşmasına yol açtı. Siyasi tedirginliğin ön planda olduğu o dönem, gerçek yüzü daha sonra ortaya çıkacak olan Fetullahçı yapılanmanın sinsice orduya sızma planlarını da kolaylaştırdı. O süreçte askeri vesayetle mücadele görüntüsü altında Ergenekon (2007) ve Balyoz (2010) adıyla açılan davaların, Fetullahçı yapılanmanın TSK’da kendi elemanlarını tahkim aracından başka bir şey olmadığını anlayabilmek kolay değildi.

2013’ün Mayıs ve Haziran aylarında, Gezi Parkı olaylarını, Türkiye’yi kaosa sürükleyerek, iktidarı devirme girişimine çevirmek isteyenlerin girişimleri de yine bu milletin basireti ve feraseti sayesinde akamete uğradı. Fetullahçı yapılanmanın 17-25 Aralık operasyonlarıyla iktidarı alaşağı etme teşebbüsünde de tuzağa düşülmedi.

İktidarı devirmeye yönelik bu tuzaklar, millet nezdinde yankı bulmadı. Nitekim, 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesindeki 30 Mart 2014’teki yerel seçimlerde, AK Parti’nin oyların yüzde 45,54’ünü alarak birinci parti olarak çıkması, bunun en somut göstergesidir. Cumhurbaşkanının ilk defa doğrudan halk tarafından seçildiği 10 Ağustos 2014’teki seçimde de millet, ülkenin en yüksek makamını daha ilk turda yüzde 51,79 oranında bir oyla Recep Tayyip Erdoğan’a vermeyi yeğledi.

Milletin iradesini yönlendirmeye, daha olmadı yok saymaya yönelik tüm hamleler boşa çıkınca, şiddetin dozu daha da artırıldı. Fetullahçı terör örgütü aracılığıyla, 2016 yılında askeri darbe teşebbüsünde bulunuldu. Ancak bu da milletin basireti sayesinde atlatıldı.

Siyasi partiler arasındaki rekabet ve çekişmeye rağmen, 2016’daki askeri darbe girişimine tüm partilerin karşı çıkması, milletimizin demokrasiye hep birlikte sahip çıkma kararlılığının eşsiz bir örneğini teşkil etti.

Yanı başımızda yaşanan Suriye örneğinden milletçe ders aldık, ülkelerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca sığınmacının yaralarına bir yandan çare olmaya çalışırken bir yandan da birlik ve bütünlüğünü koruyamayan ülkelerin başına neler geldiğine hep birlikte tanıklık ettik. Şüphesiz, buradan da çıkardığımız dersler oldu.

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin de yolunu açan 16 Nisan 2017’deki Anayasa değişikliği referandumunda, seçmenlerin yüzde 51,41 oranında “Evet” demesi, milletin değişim konusundaki kararlılığını bir kez daha ortaya koydu.

Son 16 yılda yaşananları bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirdiğimizde karşımıza çıkan tablo ortada: Kısa bir zaman diliminde baş döndürücü bir hızla peş peşe nice badireleri başarıyla atlattık; başka ülkelerin yüz yılda, hatta daha uzun bir zamanda yaşadıkları tecrübeleri biz çok kısa bir zaman dilimine sığdırdık. Birinci lig ülkelerini, uzun vadede o kategoriye taşıyan deneyimleri, biz 16 yılda damıttık. Söz konusu olgunun bize kattığı dinamizmi görmek ve bu eşsiz deneyimden dersler çıkararak önümüzdeki süreci iyi değerlendirmek durumundayız.

Toplumun aklıselimi

Hızla yaşanan bu süreçte, başta siyasetçiler olmak üzere, bu toplumu izleyen herkesin farkına vardığı somut bir gerçek var: Bu milletin sağduyusunun gücü ve hikmetinin derinliği.

Bunun yanı sıra, elbette olumsuzluklar ve eksiklikler de oldu. Örneğin, bir zamanlar iktidardan dışlanmış kesimlerin, gücü ele geçirdiklerinde toplumun tüm kesimlerini kuşatıcı bir tavır sergilemeyi unutabildiklerini gördük. İktidar sarhoşluğunun etkisiyle şımarıklık ve kibir belirtilerine de şahit olduk. Fetullahçı terör örgütünün oyunlarının ve gerçek yüzünün zamanında fark edilememiş olması da, pekala bir eksiklik olarak nitelenebilir.

Ancak, iktidar ve muhalefet kusur içinde olsalar da, toplumun her hadisede aklıselimle davrandığını, en uygun anda doğru tepkiyi verdiğini müşahede ettik.

Türkiye’nin önemli meselelerine neşter vurma amacı taşıyan her girişimin, toplumdan çok geniş destek görmesi ilginçtir. AK Parti’nin Kürt sorunuyla ilgili olarak 2010’da başlattığı Çözüm Süreci bunlardan biridir. Halk, yeni bir siyasi hamleyle, terör olaylarının pekala nasıl durdurulabileceğini, toplumun nasıl rahatlayabileceğini, müzakerelerle nasıl yol alınabileceğini gördü. Ancak aynı halk, devlet otoritesinin zayıfladığı bölgelerde teröristlerin, insanlara nasıl eziyet ettiğini, insanları nasıl haraca bağladıklarını, sözde mahkemeler kurabildiklerini de gördü.

Yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinde, en sarsıntılı, en ağır olaylar karşısında dahi sağduyuyu elden bırakmayan bu toplum, gerektiğinde kantarın topuzunu kaçırmadan iktidara da muhalefete de ayar vermekten çekinmedi.

Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık koltuğunu Ahmet Davutoğlu’na bırakmasının akabinde yaşanan dalgalanma nedeniyle seçmenlerin, 7 Haziran 2015’teki genel seçimlerde AK Parti’nin oylarını yüzde 40,66’a düşürmesi iktidara yönelik güçlü bir uyarı olarak yorumlanabilir. Benzer bir biçimde genel seviyede olmasa bile, yerel düzeyde yaşanan iktidar sarhoşluğunun muhtelif yansımaları karşısındaki memnuniyetsizliğini göstermekten de çekinmedi.

Ancak aynı seçmen, koalisyonla Türkiye’nin istikrarının bozulacağını sezinler sezinlemez, 5 ay sonra, 1 Kasım 2015’te yenilenen seçimde AK Parti’ye yüzde 49,50 ile tekrar tek başına iktidar yolunu açmayı da ihmal etmedi.

Toplumsal bilincin güçlenmesi

Farkında olalım veya olmayalım, son 16 yılda yaşanan sarsıcı hadiselerin her biri, millet olarak hem tecrübemizin hem de toplumsal bilincimizin ciddi anlamda artmasını sağladı. Bu, paha biçilmez bir kazanım.

Siyaseten sarsıcı ama öğretici olaylar yaşanırken, bir yandan ekonomi cephesinde de çok önemli başarılara imza attık, her şeyden önce maddi gelirimizde gözle görülür bir iyileşme sağladık. Doğru karar ve uygulamalar sayesinde, ülkemizin kronikleşmiş altyapı sorunlarını halletmeyi; başta ulaşım imkanları olmak üzere ekonomik kalkınma için gerekli zemini oluşturmayı çok kısa bir sürede başardık. Düne kadar hayal dahi edilemeyen mega projeleri tamamlayıp hizmete açtık.

Birlik ve beraberliğin önemini idrak etmiş, istikbale beraberce sahip çıkma azmini göstermiş, toplumsal bilinci güçlenmiş 80 milyon insanın varlığı, maddi değerlerle ifade edilemeyecek müthiş bir zenginliktir. Bu zenginlik iyi yönetildiğinde elbette ekonomik imkânların daha da artırılmasını er geç mümkün kılacaktır.

Son 16 yılda, gözle görülür bir ilerleme kaydeden Türkiye’de yaşanan her büyük hadise, çeliğe su verircesine toplumsal bilincimizin ve reflekslerimizin daha da güçlenmesini sağladı. Karşı karşıya kaldığımız her ciddi sorun, kendimize ders çıkardığımız harikulade bir tecrübeye dönüştü.

İç güvenlikten dış güvenliğe, etnik meselelerden dini mevzulara kadar uzanan geniş bir yelpazede girift ve sancılı sorunlarla uğraşmak durumunda kalmış bir ülke olduğumuz elbette doğrudur. Ama büyük meselelerle boğuşmak, toplumsal bilincimizin artmasının yanı sıra sorun çözme kabiliyetimizin güçlenmesini de sağladı.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri uğraştığımız meselelerden biri olan Kürt sorununda hangi yaklaşımın ne tür sonuçlar doğurduğuna hep birlikte şahit olduk. Çözüm Süreci adı altındaki uygulamalar, sorunun temel nedenlerinden biri olan, devletin ret ve inkâr politikalarının bitmesine yol açtı. Etnik kökene saygının bizi bir arada tutan önemli değerlerden biri olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Ancak sürekli etnik kökene vurgu yapmanın kafatasçılığa ya da bölücülüğe, hatta terörizme yol açtığını da öğrendik.

Laikliği bireylerin din özgürlüğünü kısıtlama biçiminde algılamanın yanlış olduğunu; din özgürlüğünün önünü açmanın örneğin başörtüsünü serbest bırakmanın toplumsal huzuru bozmak şöyle dursun daha da perçinlediğini hep birlikte idrak ettik. Ama bazı grupların dini paravan olarak kullanıp canileşebileceklerine, terör örgütüne dönüşebileceklerine de tanık olduk. DEAŞ’ın vahşi eylemlerinin yanı sıra sadakati bu ülkeye, millete değil de kendi yandaşlarına olan ve Türkiye yönelik hasmane tutumların işbirlikçisi olmaktan çekinmeyen bir oluşumun TSK’ya sızdırdığı üniformalı militanlarının 15 Temmuz’da neler yaptığını da gördük. Din adına hareket ettiğini söyleyen her iki oluşum da, toplumun tüm kesimlerinin, din kisvesi altında terör estirilmesine açıkça karşı çıkmasını sağladı.

Yaşanan her şey, hatasıyla sevabıyla toplumsal hafızada bir tecrübe olarak yerini aldı. Sağcısı, solcusu, dindarı, dinsizi, Alevisi, Sünnisi, Türkü, Kürdü, her yaş ve her kesim, yaşanan hadiselerden gerekli dersleri çıkardı. Ülkenin istiklal ve istikbali için, birlik ve beraberliğin ne denli önemli olduğunu artık hepimiz çok iyi biliyoruz.

En önemli ders

Fakat bütün bu hadiselerden öğrendiğimiz, kavradığımız en önemli ders, hukuk ve adaletin herkes için yaşamsal olduğudur.

Adalette sapmaların, zorlamaların ve tarafgirliğin bedelinin ağır olacağı, neredeyse tüm kesimler tarafından kötü bir şekilde tecrübe edildi. Yaşanan olumsuz tecrübeler ve örselenmeler, adalet ve hukukun önemini iliklerimize kadar hissetmemizi sağladı.

Türkiye’de eskiden halkın taleplerini göz ardı eden dayatmacı ve vesayetçi zihniyetin etkisi altında kalarak istismara müsait hale gelen bir yargı sisteminin ne kadar tehlikeli olduğu, bu millet tarafından yıllardır bilinen bir konuydu. Karanlık yüzü bilahare deşifre olan Fetullahçı terör örgütünün, 2000’li yıllardan itibaren yargıda stratejik noktaları ele geçirmesinin nasıl vahim sonuçlar doğurabileceğini toplumun her kesimi acı bir şekilde tecrübe etti. Örgüt talimatıyla hareket eden savcı ve hâkim cübbesine bürünmüş militanların, hukuk adına işledikleri cürümler, adalete güvenin erozyona uğramasına yol açtı.

Artık hepimiz biliyoruz ki, hukuka ve yargıya güvenin yeniden tesis edilmesi, Türkiye’nin çözüm bekleyen en önemli meselesidir. Önce vesayet odaklarının daha sonra da FETÖ mensubu cübbeli militanların, ülkemizdeki yargı sistemine ve adalete nasıl yıkıcı bir darbe indirdikleri tüm vahametiyle ortadadır. Bu durumun trajikliğini, siyasi yelpazenin en solundan en sağına kadar toplumdaki tüm kesimler artık gayet iyi biliyorlar.

Adalet ve hukuka güvenin tesisi, sadece toplumsal huzur değil ekonomiye etkisi açısından da ehemmiyet arz ediyor. Adalete güveni tesis etmek, Türkiye’nin ekonomik olarak yeniden ivme kazanmasını sağlayacak bir kıvılcım işlevi görecektir.

Belki klasik bir örnek olacak ama, içinde bulunduğumuz durum beraberce paylaşacağımız bir helvayı yapmaya benziyor; bu toplumda un var, şeker var, yağ var. Un, şeker, yağ derken toplumdaki tüm dinamikleri, farklı kesimleri, değişik görüşlerdeki insanları kast ediyorum. Tavamız da var, yani güzel memleketimiz. Bütün bunlardan tam kıvamında helva yapacak deneyimli bir aşçımız yani liderimiz de mevcut. Eksik olan ateş gibi gözükse de aslında eksik değil. Biraz farklı bir açıdan dikkatle bakabilsek, helva yapabilmek için gerekli o ateşi başlatacak kıvılcımı çakmaya da hazır olduğumuzu idrak edeceğiz.

Bu milletin Türkiye’yi birinci lig ülke yapabilecek hasletlerin neredeyse tümüne sahip olduğunu artık fark etmemiz gerekiyor. Gerekli tüm koşulların oluştuğu bu ortamda yapılması gereken tek şey, kıvılcımı çakarak o büyük sıçramanın hayata geçirilmesidir.

İçinde bulunduğumuz süreçte adalet ve hukuka olan güveni tesis etmenin, kıvılcım işlevi görebileceğini, ülkemizin gidişatına olumlu yönde güçlü bir ivme kazandıracağını düşünüyorum. Potansiyelin bu denli güçlü, kalitenin bu denli iyi, tecrübenin bu denli zengin olduğu bir ülkede, malzemelerin heder edilmesine seyirci kalınamaz ve kalınmamalıdır. İsraf lüksümüzün olmadığı bu zamanda, milletin acı tecrübelerle elde ettiği kazanımların heder edilmesine asla müsaade etmeyeceği bedihidir. O nedenle vakit, karamsarlık değil; tam tersine milletçe potansiyelimizi en iyi biçimde değerlendirme vaktidir.